Yine Ağrı Dağındayım, ama bu kez önce Türkiye’nin 3. Yüksek dağı olan Süphandağı’na tırmanacağım.Süphan çok önemli bir dağ. Adı nereden geliyor dersiniz, Tanrı’dan, O’nun 100 adından biri. İşte O dağa da gideceğim için
Gemlik Yaşam Atölyesi gibi üyesi olduğum Zirve Dağcılık ve Doğa Sporlar Kulübüne bu işi organize eden hocam Murat Akay’a teşekkürlerimi sunuyorum. Planlama Mayıs/2011 ayında başladı. Önceden ucuz olur diye Pegasus firmasından biletimi ayırıyorum. Bursa’dan arkadaşım Nurihan Akıncı ‘da bu faaliyete katılmak istiyor, büyük bir memnuniyetle kabul ediyorum.06.08.2011 tarihi saat 10.00’da Sabiha Gökçen Hava Limanından kalkacak uçağa yer alıyoruz Günler öncesi hazırlıklarımızı yapıyoruz. Üç ay çabucak gelip geçiyor. Pegasus firmasının Bursa’dan 05.00 de kalkacak aracında yerimizi ayırıyoruz. Ben arkadaşımı Gemlik’te bekliyorum. Saat 05.30’da aracımız geldi. Büyük bir heyecan ve neşe içerisinde otobüse biniyorum. Yaklaşık iki buçuk saatte Sabiha Gökçen Hava Limanındayız. Bilet alma işlemine bir hayli zaman var. Nurihan arkadaşımı tembihliyorum, bilet alırken pencere kenarı alalım diye, bize bilet kesen görevli sadece bir kişiye pencere kenarında yer vereceğini söyleyip, biletlerimizi kesiyor, şansa bak ki pencere kenarını bana veriyor Güvenlik kontrolünden geçerek, uçağa biniyoruz. İlk anda uçak bize eski ve sıkışık gibi geliyor. Saat 10.06’da havalanıyoruz. Her zaman ki seremoni yaşanıyor, hostesler yolculara yardımcı olup, genel olarak kemer kullanımı vs. konusunda yayınlar yapılıyor. Planlandığı şekilde bir saat kırk beş dakika sonra Van hava limanındayız. Sabiha Gökçen Hava limanından sonra Van hava limanı Nepal hava limanını andırıyor. Dış duvarları alçak ve sıvasız tuğlalarla örülü, Türkiye’ye yakışmayan bir görüntü, hayret ediyorum, bu tuğlaları sıvamak çok mu zor bir iş. Çantalarımızı beklerken Murat hocamı arıyorum, kendilerinin ekibiyle birlikte halen İzmir’de olduklarını ve yaklaşık 3 saat sonra Van’da olabileceklerini söylüyor. Gözüme 2 turist takılıyor. Sırtlarında çantalar, atletik yapılı bir çift. Önceden rezerve edilmiş İskele Öğretmen evine yerleşmek üzere bir taksiye biniyoruz.Sürücü genç biri, millete kızıp duruyor, köylere geri dönememeleri nedeniyle kızgın ve Tansu Çiller’e de kızıyor, onun köyleri boşalttığını ve milletin tembelliğe alıştığını, para verilmelerine rağmen köylerine dönmediğinden bahsediyor. Her taraf şantiye alanı gibi, belediyenin çok iyi iş yaptığını ve milletin çok memnun olduğunu söylüyor.
Buraya 2010 yılı Ağustos ayında gelmiştim, o zaman Van ili gözüme daha küçük ve kirli görünmüştü. Şimdi çok değişmiş ve gerçekten şaşırıyorum, ortalıkta toprak yol kalmamış, etrafta modern binalar ve hareketli bir ortam var. Ülkem adına seviniyorum, Ülkemizin en ücra köşesi de olsa bir gelişme içerisinde, Gemlik ilçemizi düşünüyorum, yine kederlenip, üzülüyorum. Bu ilçe hiçbir zaman doğru yönetilmemiş, her tarafı çarpık yapılaşma, sokakları dar ve lağım kokulu, pislik içerisinde, alt yapı diye hiçbir şeyi olmayan, her gün denizini kirletip, bu kirli denizde tutulan balıkları afiyetle yenilen ve lağım gibi denizine girilen bir yer. Taksici Türkiye’nin en uzun ve Dünya’nın 3.en uzun caddesi olan İskele caddesinde ilerliyor. Bir süre sonra İskele Öğretmen evine varıyoruz. Görevli odamızı gösteriyor. Çantalarımızı koyup arkadaşlarımız gelene kadar karnımızı doyurmak üzere sokağa çıkıyoruz. Bir minibüse binip şehir merkezine gidiyoruz. Van’da Ramazan ayında açık lokanta bulmak neredeyse imkânsız. Bilinçsizce sokaklarda ilerliyoruz, kime açık lokanta sorsak “ Valla görmemişiz” diyorlar. Baktım üzerinde kahve yazan ve önünde yer kürsüsünde oturan bir kaç kişi var onlara doğru yönelerek, lokanta soruyorum.Biraz yaşlıca olanı bize “ buralarda açık lokanta yoktur. Gidin marketten bir şeyler alın hotelinizde yiyin, siz yabancısınız, dışarda yemek çok tehlikelidir” diye sıkı sıkı tembihliyor. Biz de o adamın dediğini yapıp markete giriyoruz, peynir, domates, salatalık ve meyve alıyoruz, dışarıda da bir pide alıp, doğruca öğretmen evinin yolunu tutuyoruz. Odamıza çekilip, bir güzel karnımızı doyuruyoruz. Meyve yiyecek halimiz kalmıyor. İkimizde yataklarımıza uzanmış, tilki bayıltması uyuyoruz. Bir süre sonra telefonum çaldı, arkadaşlarımız gelmiş, aşağıya indik, gelen 19 kişiden çok azını tanıyoruz. bu grup içerisinde hava alanında gördüğümüz turist çiftte var. Grubun içerisinde Hakan ARSAN hocamı görüyorum, çok mutlu oluyorum. Hakan hocamın bende çok emeği var. Turist çift Hakan hocamın misafirleriymiş. Bu grupta daha önceden tanıdığım Doktor Mehmet Atilla BARAN ve Orçun arkadaşımı görüyorum. Herkes karşılıklı sohbet tanışma derken ortalığı bir gürültü kaplıyor. Murat hocam programı söylüyor. Bu öğleden sonra için, Van kalesi gezilecek, daha sonra mesire yerinde semaver çayı içilecek, Akşam yemeği için Hisar ev yemekleri lokantasına gidilecek ve son olarak, göl kıyısında çay içilecek. Bütün faaliyetimiz boyunca bizleri taşımak üzere İbrahim kaptanın kullandığı bir midibüs var. İbrahim kaptan Van’lı ve her Van’lı gibi yardım sever mütevazi bir insan. Programa göre her kes aç olduğundan Edremit’e gidilecek ve orada göl kenarında köfte yenilecek, daha sonra kale gezisi yapılacak. Kısa sürede toparlanıp belirlenen yere varıyoruz. Lokanta Göl kenarında çok güzel bir yer. Siparişler önceden verildiği için oturur oturmaz yiyecekler önümüze geldi. Ayrıca etsiz çiğ köfte sundular. Yeme içme faslı bitti ve programı uygulaya başlamamız lazım.
Van Kalesine doğru giderken Murat hocamız, bu en eski yerleşim alanı ve Urartuların başkenti TÜŞBA’dan bahsediyor, göz alıcı tarihi yapıları izliyoruz. Kaleye tırmanıyoruz, buradan güneşin batışını seyredeceğiz. Herkes fotoğraf çekiyor. Güneş batınca kalenin altında bulunan çay bahçesine gidiyoruz. O kadar çok sivrisinek var ki, bize nefes aldırmıyorlar, işyeri sahibi de bunu bilerek sinekler kaçsın diye semaverden duman çıkarttırıyor. Dumana mı katlanacaksın sineğe mi bilemiyorum. Daha fazla dayanamayıp, kalkıyoruz. Göl kenarına gitmek üzere aracımıza biniyoruz. Herkes şen şakrak neşe içerisinde sohbet ediyor. Gittiğimiz yer, birkaç kafenin yan yana bulunduğu sahili olan, hoş bir yer. Kafenin birinden çok yüksek sesle Ahmet Kaya’nın müzikleri çalınıyor. İftarını açmış insanlar, öbek öbek sahile akın ediyorlar. Batı illerimizdeki sahiller gibi. Bana en enteresan gelen husus ise gölün kenarına kadar gelen demir yolu. Daha önce okumuştum, İran’a kadar giden trenin Tatvan ile Van arasında, feribotta yolculuk yaptığı yönündeydi. Şimdi gözlerimle gördüm ve çok ilginç geldi. Sahilde hep beraber semaver çayı içiyoruz, Buralara ilk defa gelmiş Nurihan arkadaşım gibi kişiler büyük bir hayret ve hayranlık içericinde olayı anlamaya çalışıyorlar. Saat 23.00 sularında yatmak üzere ayrılıyoruz.
7 Ağustos sabahı saat 07.00 de kahvaltıda buluşuyoruz. Kahvaltımızı yaptıktan sonra kocaman çantalarımızı aracımıza yükleyip koltuklara kuruluyoruz. Hedef Süphan Dağına gitmek için ana kampın bulunduğu Kışkılı köyü. Aracımız gölün boynuzunu dolaşacak, önce Erciş’e varacak burada çay kahve molası verilecek ve kampa hareket edecek. Erciş’e yaklaştıkça güzel yapılar ve insan eliyle yeşillendirilmiş bir manzara ile karşılaşıyoruz. Bu güzelliğe Van gölü eşlik ediyor. Şehir merkezinde arkadaşlar kampta yiyecekleri malzemeleri temin ediyorlar. Kampta su olmadığı için herkes yeterli miktarda su da alıyor. Şehrin biraz dışında aracımız bir petrol istasyonuna giriyor. Ben de bu duraklamadan istifade ederek, geçtiğimiz yerlerin notlarını tutmaya çalışıyorum. Çantamdaki kalemin kırılıp mürekkep döktüğünü görünce bir kalem temin etmek üzere petrol istasyonundan sorumlu şahsın odasına girdim. Bana büyük bir nezaketle kullandığı kalemini verdi, tanışmamızda bu şahsın, BJK spor kulübü yöneticilerinden Haşmet KÜRÜM ’ün kuzeni Muammer Nefi KÜRÜM olduğunu öğreniyorum .BJK taraftarı olduğum için ayrıca seviniyorum. Hazırlıklarımızı tamamlayarak, hep beraber aracımıza doluştuk, Kışkılı köyündeki kampa varmadan son kez ihtiyaçlarımızı gidermek istiyoruz. Erciş ilçesi sınırları içerisinde göl kenarında bir dinlenme tesisine gidiyoruz. Göl kenarında ki bu tesis biraz bakımsız da olsa şirin bir yer. Servis çok kötü, arkadaşlarımızdan bazıları göl kenarına indi bazıları da masalara oturarak sohbet ettiler. Fazla oyalanmadan buradan da kalkıyoruz. Erken denilecek bir zamanda kışkılı köyündeyiz. Köy 1800 metrelerde göl ve Van manzaralı, toz toprak içerisinde stabilize yol ile gidilen bir yer. Köyde bizleri küçük çocuklar ve birkaç şahıs karşıladı. Köyde o kadarçok küçük çocuk var ki çocuk parkında sanırsınız kendiniz. Bu çocukların önemli bir kısmı gözlerinden rahatsız. Doktor arkadaşım, Mehmet Atilla bey, ilk yardım çantasından damla çıkararak hasta çocukları tedavi etmeye başladı. O kadar gönüllü ve içten yapıyor ki hayran kalıyorum.Köyün muhtarı bizi traktörüyle kamp alanına götürecek, önce bütün çantaları römorka yerleştirdik, ardından on kişi bu çantalarla birlikte römorka bindik. Traktör yolculuğu çok kötü ama muhtar o kadar yavaş sürüyor ki ortalıkta toz yok.20 dakikalık bir sürüşten sonra kamp alanındayız. Kamp alanı çok güzel,hakim bir tepede ve göl manzaralı. Muhtar diğer arkadaşlarımızı da kamp alanına getirdi. Ben her zamanki gibi hızlı hareketlerle çadırımı kurmaya başladım, kurma işi bitip de eşyalarımı yerleştirince uyku tulumumun olmadığını fark ediyorum. Tam bir şok yaşıyorum. Bu unutkanlık kış şartlarında olsa insan hayatına mal olabilecek bir hata. Kendime hayret ediyorum, böyle bir hatayı nasıl yaptım. Onu da anladım, bu sefer yüklerimizi katırlar taşıyacağı için hurç diye tabir edilen bir çanta ve küçük sırt çantasıyla geldim. Bu değişiklikten dolayı, en önemli ayrıntıyı kaçırmışım. Bu gece hava güzel, giysilerimle çadırın içerisinde yatabilirim ama Ağrı dağında ki kamplarda asla. Doğu Beyazıt’ta yaşayan, yeğenim Sonay’ı arıyorum, kendisi bana dayı merak etme ben uyku tulumunu temin eder ve Doğu Beyazıt’ta kalacağınız Hotel Ortadoğu’ya bırakırım diyor. Çok rahatlıyorum ama bir taraftan da bu önemli unutkanlık karşısında kendimi çok aptal görüyorum. Bazı arkadaşlarım bu durumuma şaşırıyor bazıları da eşyanın nasıl toplanacağına dair akıl veriyor.16 yaşındaki genç dağcı Yarkın arkadaşım, gece üşümemem için kaz tüyü ceketini verdi. Herkes çadırlarını kurdu, gruplar halinde toplanarak, akşam yemeği niyetine bir şeyler yiyoruz. Murat ve Hakan hocalarımız yarın ki faaliyet için bilgilendirme yapıyorlar. Sabah saat 02 de uyanıp, saat 03 de yürümeye başlayacağız. Onun için herkesin erken yatması gerektiği, yanlarına almaları gereken giyim, yiyecek ve içecek gibi eşyalarını akşamdan hazırlamaları isteniyor. Nurihan arkadaşım, bivak da yatacak, bivak bu kamp alanı için belki uygun ama Ağrı Dağı için çok zor olacak. Saat 20.00’de herkes çadırında uyumaya çalışıyor. Nurihan’ınbivakı benim çadıra bitişik, akşam rüzgarıçıkmış, Nurihan’ınbivakı rüzgarda acayip hışırtı çıkarıyor.Ama hiçbir şey güzel uyku çekmeme engel olamıyor. Kurulu telefonum, çaldı planladığım gibi yavaş hareketlerle, çantamı hazırladım, giyindim ancak tüm tembihlere rağmen ağzıma bir lokma bir şey koymuyorum. İşim bitti ve çadırın kapısından arkadaşları izliyorum. Soma’dan Recep Güler arkadaşım, beraber hareket ettiği gurup arkadaşlarıyla yüksek sesle yiyecek alış verişi yapıyor. Hepsinin ellerinde kocaman lavaş ekmekleri, bir taraftan atıştırıyorlar bir taraftan da dağa ne kadar lavaş ekmeği lazım Recep arkadaş o işi organze ediyor. Yüksek sesle gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Hazırlıklar tamamlandı, grup hocalarımızın komutuyla yola koyuldu. Kafa lambalarımızla karanlıkta uçuşan ateş böcekleri gibiyiz.
Murat hoca rehber ve önde, artçı olarak Orçun arkadaşım görev yapacak, Grup sorumlusu olarak Hakan hoca görev yapıyor. Avusturyalı çok hızlı ve güçlü ki daha şimdiden bizim yavaş gurumuzla yürüyemeyecekleri belli. Bizim gurup çok yavaş, içimizde hızlı arkadaşlar var, ancak genelinde çok yavaşız. Zeybek oynar gibi yükseliyoruz. Bir adım ileri, mola yine devam. Hakan hoca yine talimatlarını sıralıyor, arada 2 metre açıklık istiyor, kimsenin birbiriyle konuşmasını istemiyor. Çok yerinde tedbirler, hatta işi o kadar abartıyor ki, konuşmayın arkadaşlar haydi uyuyun diyor. Uyuyarak yürüyen gurubumuzdan önce Murat hoca ve Avusturyalı çift koptu önde gidiyorlar. Yolumuz çok dik ve nispeten çarsak. Yol dikleştikçe, yavaş olanlarda gitgide geride kalmaya başladılar. Üç saatlik bir yürüyüşten sonra, hızlı olan gurubun Murat hoca ile yürümelerine ve diğerlerinin de Hakan hoca ile yürümelerine karar verildi. Yaklaşık 6 kişilik gurup, öne çıktık, bir süre sonra bu altı kişi 4 kişiye indi. Külah diye tabir edilen dağın son etabına vardık. Çok yorulmuşuz. Bundan sonrası insan boyunda kayalar ve bu kayaların üzerinden yürünerek zirveye çıkılacak. Kısa bir moladan, Murat hoca geridekileri bekleyeceğini bizim yürümeye devam etmemizi istedi. Bunun üzerine ben ve diş doktoru Serap Yılmaz hızla tırmanmaya başladık, herkesi geride bıraktık.Büyük kayalara tutuna tutuna çıkıyorum, ama Serap’ın gücüne hayret ediyorum, bu ufak tefek arkadaş benden güçlü. Dinlene dinlene zirve diye düşündüğümüz yere doğru büyük kayaları aşarak vardık. Geriden gelen başka arkadaşımız yok,burayı biraz inceleyince gerçek zirve olmadığını anlıyoruz. Biraz etrafta dolaşınca çok ileride işaretlenmiş bir zirve görüyoruz. Bu kez oraya doğru hareketleniyoruz. Tabi yol iz olmadığı için tahmini olarak kayaları aşarak yürüyoruz, yorgunluk had safhada. Bir süre sonra başta Murat hoca olmak üzere bazı arkadaşlarımızı görüyoruz. Onlara sırttan yürümeleri için sesleniyoruz. Murat hoca kısa bir süre sonra bize yetişiyor. Kendisi çok hızlı ve bu hızına hayran kalıyorum. Murat hoca gelip bizi de geçiyor. Bizden önce zirveye varıyor. Üç dakika sonra da biz zirvedeyiz. Burası 4059 metre ve 6 saatte zirveye varmış oluyoruz. Ben ve Serap ilk çıktığımız yerinde bir zirve olduğunu bilmeden ikinci zirveyi yapmışız. Dağın tepesinde birbirine benzer 4 adet zirve varmış. Volkanik bir dağ olduğu için, içerisinde göller ve inişli çıkışlı vadiler demevcut. Bu vadiler ve küçük dereler insan boyunda kayalarla örtülü. Enteresan bir dağ burası. En son arkadaş gelene kadar zirvede tam bir saat kalıyoruz. Toplam 10 kişi zirve yaptı. En son gelen arkadaşlardan öğreniyorum ki Hakan hoca durumunu beğenmediği arkadaşları geri çeviriyor, Bazı arkadaşlarımız 3800 metreden döndü. Fotoğraf çekmeler vs derken dönüşe başladık. Dönüş başka yoldan olacak ama o kadar zorlu ki, şimdiden düşünmeye başladım. Yine bazı yerlerde insan boyunda kocaman kayalar aşıyoruz. Rehberimiz Murat hoca önden gidip rota belirlemeye çalışıyor, bir kaç zor duvarları indikten sonra nihayet daha rahat inebileceğimiz alana iniyoruz. En arkada Osman arkadaşımız var durmadan ona sesleniyoruz, guruptan kopmasın diye. Uzun çarsaklardan inmeye başlayınca yol keyifli olmaya başladı, toz duman birbirine karışmış, bir taraftan da yağmur yağıyor. İleride ki tepenin başında bir kişiyi görüyoruz, bir hayli uzakta olduğu için tanımlayamıyoruz, biraz yaklaşınca bunun Hakan hoca olduğunu görüyoruz. Hocamız yanındaki gurubu kampa gönderdikten sonra bizleri bekliyormuş, büyük bir sorumluluk örneği. Biz derenin içinden kampa doğru ilerlerken en arkada kalan Osman arkadaşımıza yardım etmek üzere Hakan hoca ona doğru yürüyüşe geçti, sonradan öğreniyorum ki, Osman arkadaşımız Hakan hoca ile birlikte kampa dönüyor. Kampa vardığımızda arkadaşlarımız bizi bekliyor. Faaliyetimiz on üç buçuk saat sürmüş.
Tevhide ve eşi Ali ihsan bey 3800 metreden döndükleri için hayıflanıyorlar, tevhide hanım 1958 doğumlu ve yaşlı olduğunu söyleyerek bu işler bize göre değilmiş deyip birazda serzenişte bulunuyor. Tabi bizde ona münasip bir dil ile dağcılıkta bu tür şeylerin olabileceğini ve bunu dert etmemesini söylüyoruz. Kimisi çadırını toplamış bile, gece birlikte yola çıktığımız Avusturyalı turistlerde bizden önce zirve yapmış ve dönmüşler. Herkes birbirine yiyecek bir şeyler ikram ediyor. Yardımlaşmayla birlikte herkes çadırını topladı. Bizi Kışkılı köyüne indirmek üzere traktör geldi. Gelişte olduğu gibi biz bir gurup arkadaş ve tüm çantalar ile yola koyulduk, traktör yine çok yavaş ilerliyor ve toz olmuyor. Kısa sürede köye varıyoruz, Güneş tepemizde ve çok sıcak. Köyde bizi öbek öbek çocuklar ve bir de yaşlıca bir şahıs karşılıyor, sonradan üç orta yaşlı şahıs daha bize katılıyor. Bizi büyük bir samimiyetle karşılıyorlar. Çok yorgunum ama bu köylülerle sohbet etmek istiyorum. Yaşlı olan zirvede ki gölü soruyor. Ben oradaki gölün kuruduğunu söyleyince bana hitaben “valla sen gitmemişsin oraya” dedi. “orada nasıl göl yoktur, öyle bir göl var ki içinde gemiler yüzer.” diye ekledi. Ben de fotoğraf makinemi çıkararak zirvenin fotoğraflarını gösteriyorum, ama karşımda ki pek tatmin olmuşa benzemiyor.
Diğer arkadaşlarımı beklerken sohbete devam ediyoruz. Ona bu köyün neden bu kadar ağaçsız tozlu olduğunu oysaki buraya Dünyanın her yerinden sporcuların geldiğini ve bu kadar bakımsız köyün kötü bir imaj yarattığını, bu kadar küçük çocuğun olduğu yerde küçük bir basket veya futbol sahasının olması gerektiği birkaç salıncağın olduğu çocuk parkının olması gerektiğini söylüyorum. Karşımda ki şahıs da köylülerin birlik olmadığını ve birlik olamayacaklarını belirterek, ümitsiz durumunu özetliyor. Ben biraz daha üsteleyince bana diyor ki gel bu köye yerleş sana ev yeri de arazide verelim, sohbetten çok hoşlanmış olmalı ki, yanımdaki arkadaşlarıma aldırmadan sadece beni evine davet ediyor. Ben kabul etmeyince evine seslendi iki tane plastik sandalye istedi, birine kendisi oturdu birini de bana verdi, yanımdaki arkadaşlarım yine ayakta. Nihayet diğer arkadaşlarımızda geldi, doktoru duyan ve derdi olan köylüler doktorun etrafını sardı.Dr. Atilla Bey bir evde yatan hastaya müdahale etmek üzere oraya gitti. Atilla Bey gönüllü hizmet ediyor, bu durum beni fazlasıyla mutlu ediyor, böyle bir arkadaşım olduğu için de gururlanıyorum.İşimiz bitip otobüsümüze biniyoruz. Köylülerle büyük bir samimiyet içerisinde vedalaşıyoruz. Önce yemek için Erciş ilçesine gideceğiz, oradan da Doğubayazıt’taki otelimize yerleşeceğiz. Tozlu dumanlı yollar bitti, asfaltta ilerliyoruz, iftar saatine yakın telefon ile randevu aldığımız lokantaya gidiyoruz. Bizde iftar saatini bekliyoruz, lokanta tıka basa dolu. Herkes masasında iftar saatini bekliyor. İftarla birlikte herkes masadakilere hücum ediyor. Kimin ne yediği ve ne istediği birbirine karışmış, ama nihayetinde herkes siparişlerine kavuşuyor. Yeme içme faslı bitti, yola koyulduk. Doğubayazıt’a vardığımızda saat 23 olmuştu. Hotel Ortadoğu görevlileri bizi büyük bir misafirperverlikle karşılıyorlar. Ancak otelleri pek de temiz değil,neredeyse hepimiz söyleniyoruz, bazı eksiklikleri de görevliler tamamlıyor. Yorgunluktan gözümüz bir şeyi görmüyor. Duşumuzu aldık ve uykuya daldık.
09.08.2011 bu sabah biraz turizm takılacağımız için saat 09.00 da kalktık. Otelin kahvaltı salonunda bir araya geldik, kahvaltımızı yaptık. Saat 10.00’da İshakpaşa sarayına gittik. Burası büyüleyici bir saray. Yüz yılda tamamlanmış, Doğubayazıt ovasına hakim, zamanının önemli bir Osmanlı sarayı olup, Rus işgalinde Som altından kapısı çıkarılarak Moskova’ya götürülmüş, muhteşem bir saray. İçini geziyoruz, Murat hocamız her oda için ayrı bir hikâye anlatıyor. Can kulağıyla dinliyoruz. Sarayda restorasyon devam ediyor. Sarayın üzerine camdan bir kafes yapılmış, beğenen de var, beğenmeyen de var. Buradan sonra Beyazıt Camiine gidiyoruz. Hakikaten çok güzel, korunmuş ve restore edilmiş. Hemen ilerisinde AhmedeXane türbesi var .Mem u zin adlı ünlü kitabın yazarı, AhmedeXane’dir .Bu ünlü ozanın türbesindeyim, burada ki ziyaretlerimizi de bitirip, keşişin bahçesi diye tabir edilen bir bahçeye gidiyoruz .Murat hocam burasıyla ilgili olarak da Kerem ile Aslı’nın hikayesini anlatıyor. Bahçedeyiz, bizi yaşlıca bir şahıs karşılıyor. Bu bahçeler piknik alanlarıymış. Ramazan ayı olduğu için piknikçi yok. Yaşlanmış ve göğe doğru uzamış, Kayısı, Erik ve Elma ağaçlarının altındayız. Ağaçlardan meyve topluyoruz. Görevlinin topladığı elmalardan da alıp yiyiyoruz. Bazı arkadaşlar elma kasasının yanına bozuk para bırakıyor. Görevli bize büyük bir misafirperverlik yapıyor. İşimiz bitip Vedalaşıp ayrılıyoruz. Sonra hep birlikte Asmalı Bahçe lokantasında öğlen yemeği yiyiyoruz. Yemekler ve servis çok güzel. Saat14.00 bu günkü faaliyet bitti. Yarın gideceğimiz Ağrı dağı faaliyeti öncesi alış veriş için serbest zaman. Ben serbest zamanımı Doğubayazıt’ta yaşayan yeğenim Sonay Küçükkaya’nın evinde geçireceğim.Alış veriş işini arkadaşım Nurihan’a bıraktım. Yeğenim akşam yemeği için masayı donatmış.6 aylık kızı Zerya Dünya tatlısı kara kara kocaman gözleriyle beni süzüyor. Çok rahatım, dinleniyorum, eskileri yâd ediyoruz. Yeğenimde Ağrı dağına üç kez çıkmış ve paraşüt eğitimi almış, çılgın bir kız. Bebeği olmasaydı benimle Ağrı dağına gelecekti. Uzun bir misafirlikten sonra kalkıyorum. Eniştem Özgür beni otelime bırakıyor. Arkadaşlarımızda yemek ve alış verişten dönüyorlardı. Sabah saat 07:30 da kahvaltıda buluşmak üzere odalarımıza çekiliyoruz. Nurihan arkadaşım ihtiyacımız olan her şeyi almış, ayrılmadan önce çantalarımızı yerleştiriyoruz, dönüşte geri almak üzere dağda işimize yaramayan eşyalarımızı otelde bırakarak ayırıyoruz. Bugün 10.08.2011 Sabah belirlenen saatte herkes hazırlıklarını tamamlamış ve çantalarıyla birlikte otelin lobisine inmişti. İki minibüs bizi almak üzere kapıda bekliyordu. Eşyalarımızı bagajlara yükledik. Bu araçlar bizi 2200 metreye kadar götürecek. Çevirme denilen bu yere gitmeden önce buz mağarası denilen ve görülmeye değer bir mağaraya gidiyoruz. Mağara bir yer çöküntüsünden oluşmuş, önüne varınca gerçekten buz gibi bir havanın estiği çok enteresan bir alan. Mağara yerin dibine doğru alçalarak giden tünel şeklinde. El fenerleri ve diğer aydınlatma araçlarıyla sonuna kadar iniyoruz. Tavanlarda buz sarkıtları ve tabanda da buz kütleleri var. Burada ki ziyareti bitirip, yola devam ediyoruz. İçerisinden geçtiğimiz köy hayvancılıkla geçinen içerisinde suların aktığı ve pek yeşilliğin bulunmadığı bir yer.2200 metredeki çevirmeye vardığımızda yüklerimizi taşıyacak katırlar ile bize rehberlik yapacak 14 yaşında daha yeni sakalları çıkmış Dilgeş isimli sevimli bir genç bizi bekliyor. Eşyalarımızı katırlara yüklenmek üzere alana bıraktık, temel ihtiyaçlarımızın konduğu küçük sırt çantalarımızı alarak yürüyüşe geçtik. Bu yolu 2010 yılında da geçmiştim. Sağda solda yaylaya çıkmış köylü çadırları var. Oralardan koşuşturarak gelen 4 ile 10 yaşındaki çocuklar, çikolata vs şeyler istiyorlar. Saat 11.00 başladığımız yürüyüşümüz dört buçuk saat sürüyor.
Kamp alanına geldiğimizde ortalıkta pek kalabalık göremiyorum. Geçen sene buralar panayır alanı gibiydi. Birkaç yemek çadırı ve aynı renkte kurulu onlarca çadır görüyorum. Murat hoca, var olan çadırlara girebileceğimizi söylüyor ama ben o kadar acele ediyorum ki bunu duymuyorum bile. Nurihan ile acele edip, bir çadır alanı bulur bulmaz hemen çadırımızı açıyoruz. Çadır kurmayı bitirdikten sonra bakıyorum ki arkadaşlar kurulu çadırlara yerleşmiş, nasıl hayıflandığımı anlatamam. Uyanık davranıp yer ariyana kadar, hocamızı dikkatli dinleseydik, boşuna çadırımızı açmazdık. Bu durumdan bile istifade ettik, boş olan bir çadıra Nurihan yerleşti. Şirketlerden birinin açtığı mutfak çadırına girdik, neredeyse hepimizi alacak büyüklükte. Ortada sehpalardan oluşturulmuş bir masa ve etrafında küçük tabureler, bulunmaz nimet. Herkes akşam yemeği yapmaya bakıyor. Ben ve nurihan da akşam yemeği olarak pilav yapacağız. Ömrümde pilav yapmadım ama aşçı benim. Nurihan malzeme taşıyor. Ocağımı çıkardım, bir baş soğanı doğrayıp, tencereye koydum, yağda pembeleşene kadar karıştırdım, üstüne domates doğradım, biraz bekleyip üstüne önceden ayarladığım bulguru koydum ve su ile tuz ilave ettim. Suyu çekilene kadar bekledim, gerçekten çok lezzetli olmuştu, olmazsa ne yazar 3200 metredeyim, bundan iyisi can sağlığı. Kamp alanına kadar hortum ile su getirilmiş, temizliklerimizi yapıyoruz. Artık uyumak üzere çadırlarımıza çekiliyoruz. Dışarısı apaydınlık. Dolunay geceyi gündüze çevirmiş. Büyük bir hayranlıkla ona bakıyorum. İçim huzur dolu, işte dağlarda ben bunu arıyorum, kendimle baş başayım, ne geçim derdi, ne keder, ne stres, başka ne arayabilirim ki. Doğa ve ben baş başayız. Biraz üşüyorum ve uyumak üzere çadırıma giriyorum. Uyku tulumumda rahat bir uyku çekiyorum, ancak dışarıda ciddi bir soğuk olduğunu tahmin ediyorum. Saat 07.00’de uyandım. Çadırımı hemen toplayıp eşyalarımı çantalara yerleştiriyorum. Gece hava sıcaklığı eksiyi gördüğü için sular donmuş, önceden çadırın içine koyduğumuz suyumuzla kahvaltı hazırlıyorum. Hazırlıklar bitip yola çıktığımızda saat 08.30olmuştu. Bu kez 4200 kampına hareket ediyoruz. Yine eşyalarımızı katırlara yüklenmek üzere orta bir yerde topladık, küçük çantalarımızla yola koyulduk.
Yolda yine 2 gurup olduk, Murat hoca ve 5 kişi önde diğer arkadaşlar Hakan hocanın denetiminde arkadan geliyorlar. Biz önde ki gurup iki saat otuz beş dakikada 4200 kampına vardık. Çok iyi gelmişiz. Ben Murat Hoca’mdan hazır çadır varsa ayarlamasını rica ediyorum. Şansımız yaver gidiyor, kamp alanı çok kalabalık değil. Bu kamp yeri insan boyunda kayaların olduğu pek rahat olmayan ve yeterli çadır alanının bulunmadığı bir yer. Beş tane boş çadır buluyoruz, birine ben hemen yerleşiyorum, diğerlerini de bizimle gelen arkadaşlar kapıyor. Uzun bir aradan sonra diğer arkadaşlarımız da geliyor. Çadır yeri bulmak pek zor olmuyor. Kamp alanı neredeyse boş, herkes bir yerler buluyor. Kamp alanı tamamen çöple dolmuş, buraya gelen sporcu kendi benliğine ihanet eder gibi bütün çöpünü pisliğini buraya bırakıp aşağı iniyor. Bu manzara karşısında çok öfkeleniyorum. Nasıloluyor da Ülkemizin en yüksek ve en görkemli dağı çöp alanına dönmüş. Burayla ilgilenecek hiçbir resmi ve sivil birimler yok mu? Sadece şunu hatırlıyorum, Zirve Dağcılık ve Doğa Sporları Kulübü 4200 metreden başlamak üzere genel bir çöp toplama faaliyeti yaparak ve kamyonlarca çöp toplamıştı.
Su hortumlar vasıtasıyla kamp alanına kadar getirilmiş. Bu suyun hemen yakınındaki kayaların arkasına bakıldığında inanılmaz bir pislik görüntüsüyle karşılaşırsınız. İnsan dışkısına getirdikleri pet şişeler ve kâğıtlar eşlik ediyor. Biraz ileride 6-7 kişilik gurup halinde oturan hamal gençleri görüyorum. Ben de yanlarına oturuyorum. Bu dağda ki pisliğin nedenini soruyorum, kimi vurdumduymaz, kimi çaresiz ve kimi de burada taşıma yapan ve güçlü aşirete mensup şahıslardan dolayı böyle olduğunu belirtiyor. Ben de o karamsar gençler gibiyim. Buraya resmi kurumlar müdahale etmediği müddetçe herhangi bir şeyin değişeceğini sanmıyorum. Resmi kurumlar da şehirde ki çöpün ve lağımın hakkından gelemiyor, buranın pisliği hakkında hiç de gelemezler. Korkarım böyle gidecek.
Akşama bir hayli vaktimiz var. Arkadaşlarımız akşam yemeği için hazırlıklar yapıyorlar. Sabah saat 02.00’de uyanacağız ve tırmanışa saat 03.00’de başlayacağız. Hava çok güzel,3200 kampındaki soğuk burada yok. Ağrı Dağı’nın görünen yükseklileri ışıl ışıl, hiçbir bulut veya sis yok. Tek temennimiz yarında havanın böyle olması. Şirketlerin yemek çadırlarından birine girdik. Arkadaşlar kendi aralarında guruplar oluşturmuş ve yemeklerini öyle ayarlıyorlar. Herkes bir şeyler yapmakla meşgul. Yemek, sohbet derken gece bir hayli ilerledi. Saat 21.00’de çadırlarımıza girdik, çadırın altı o kadar taşlık ki, bir mat yetmiyor. Yapacak başkada bir şey yok,uyumaya çalışıyoruz. Kurulu telefonum saat 02.00’de çaldı. Yavaş hareketlerle uyku tulumlarından çıktık. Önceden planladığımız gibi çantamıza temel malzemeler, krampon, emniyet kemer, kazma vs yerleştirdik. Ben hiçbir şey yiyip içemedim.Dışarda Murat hoca arkadaşlara acele etmeleri konusunda sesleniyor. Zamanında gelmeyeni almadan giderim diyor. Saat 03.00 olduğunda iki arkadaşımız hariç herkes hazırdı. Yine kafa lambalarımız açık, tek sıra halinde Hakan Hoca’nın talimatlarını dinliyoruz.İlk defa Ağrı Dağına çıkacak arkadaşlarımız biraz daha heyecanlı, bunu gözlemliyorum. Arkadaşların birbirleriyle sohbet etmelerine kesinlikle izin verilmiyor. Dik yamacı zikzak yaparak tırmanıyoruz. Yokuş giderek dikleşiyor. Yükseklikten dolayı pek hızlı da hareket edilemiyor. Ayrıca gurubumuz çok yavaş. En yavaş olan arkadaşlar gurubun önüne kondu ve tam bir fren vazifesi yapıyorlar. Ancak Murat Hocanın hedefi herkese zirve yaptırmak. Belki kendi açısından haklı ama bu yavaş yürüyüş beni hem üşütüyor hem de yoruyor.4600 metre civarında genç bir arkadaşımız, çok yorulduğunu belirtiyor ve hocalarımız ileride daha kötü olabileceğini düşünerek geri gönderiyorlar. Bazı arkadaşlarda o kadar yorgunluk ortaya çıkıyor ki yürümek adına ancak kıpırdayabiliyorlar. Âmâ Murat Hoca kararlı bunların cesedini zirveye taşıyacak.4700 metrelerde kar fırtınası başladı. Görüş mesafesi çoğu kez 20 metreye düşüyor. Ellerimdeki polar eldivenler idare etmiyor artık. Ellerim üşüyor. Üşenmesem çantamı açıp, içindeki daha kalın eldivenleri alacağım, ancak o kadar soğuk ki durup bu işi yapmak istemiyorum.Ancak kamp alanından buraya kadar Murat hocanın eldiven takmadığını gördüm, çok şaşırdım bu adam biyonik sanki. Bir süre sonra nispeten hızlı olan gurubun soğuktan dolayı bekleme yapmaması için ilerlemesine izin verildi. Doğal olarak gurup yine ikiye bölündü. Arkadaki gurubu Hakan hoca toparlıyor.
4900 metrelerdeki buzula geldiğimizde krampon taktık. Bilenler bilmeyenlere yardımcı oldu. Kar fırtınası devam ediyor. Zirve yapmış ve dönüş yoluna girmiş turistlerden kurulu bir ekiple karşılaşıyoruz. Rehberleri Kürtçeye çalan şivesiyle yukarıda havanın daha berbat olduğunu, çok kötüyse gitmememiz gerektiği, yardım istenirse hemen yardıma hazır olduğunu belirtiyor. Rehberin üstüne başına baktım, her tarafı kar ve buz tutmuş, ama ne gam yardıma hazır bir genç işte. Bizim de polar olan giysilerimiz fırtınada esen karla birlikte buz tutmuş. Yüzümüzü, ellerimizi, sıkı sıkı sarmışız. Şimdi kramponlarla yürüyoruz. Yine önümüzde yavaş giden iki bayan arkadaş ve arkasında biz, fren yapa yapa ilerliyoruz. Zirveye yaklaşmış olmalıyız ki dik bir parkurda yürüyoruz, kar buzla karışık çok sert ve kaygan bir zemin. Saat 09.00 oldu nihayet zirvedeyiz. Kar fırtınası devam ediyor. Görüş mesafesi çok kısa, manzara fotoğrafı çekemediğim için üzgünüm. Fotoğraflar, tebrikler derken 15 dakika içinde geri dönüyoruz.5 dakikalık yürüyüşten sonra sisler arasından bizim ikinci gurup çıkageldi. Murat hoca bu gurupla da zirve yapmamızı istiyor. Onlarla bir kez daha zirve yapıyoruz. Her kes çok mutlu. Ağrı Dağı zirvesi yapmak pek kolay olmayan bir iş. Türkiye’nin en yüksek zirvesindeyiz. Hep birlikte 09.30 da dönüşe başladık, hızlı gurubun yürümesine izin verildi. Önde Murat hoca biz üç beş kişi hızla aşağı inmeye başladık. Bir kaza olmaması için tedbiri elden bırakmıyoruz.6 saatte tırmandığımız yolu biz öndeki gurup olarak, bir buçuk saatte inerek, 4200 metrede ki kamp alanına vardık. Kampta zirve yapmamış arkadaşlarımız karşıladı, bize çay ve yiyecek hazırlamışlar. Diğer arkadaşlarımız da yavaş yavaş dönmeye başladılar, herkes bir faaliyeti başarıyla tamamlamanın gururu içerisinde. Bugün hedef Doğubayazıt. Bu gurupla o kadar yolu nasıl ineriz diye içimde bir kuşku var. Çünkü dönüş genellikle ya 4200 kamp alanında ya da 3200 kamp alanında bir gece konaklandıktan sonra yapılır. Ama yüklerimizi almaya gelmiş katırlar kamp alanına gelmiş. Herkes çadırlarını söktü. Kamp alanı saat 13.30 da terk edilecek. Guruptan üç beş kişi yine hızlı bir hareketle yola koyulduk. Murat hoca ve Serpil arkadaşımız en önde gidiyorlar. Biz arkada 3 kişi onları takip ediyoruz, aramızda kontrol edilebilir bir mesafe var. Ancak üçümüz bir arada yürümek için öndekilerden koptuk.3200 kamp alanına dönülen yerde insan boyundaki kayalara tırmanarak rast gele bir rotaya girdik. Bu halimizden de memnunuz. Bir buçuk saatlik bir yürüyüşle 3200 metrede ki kamp alanına vardık, pek de hızlı sayılmaz. Diğer arkadaşlarımız daha görünmüyorlar bile. Taşıma işimizi yapan ve şirket olarak faaliyet yapan Barzani bize çay ikram ediyor. Bu yorgunlukta çok da makbule geçiyor. Diğer arkadaşlar da gelmeye başladılar. Burada kısa bir moladan sonra2200 metredeki çevirme denilen ve minibüse bineceğimiz alana varmak üzere yola devam ettik, Artık herkes, ayrı guruplar halinde yürüyor. Bundan sonrası biraz yayla gezintisi gibi,ben ortalarda bir yerde Ayfer ve Osman arkadaşım ile yürüyorum, Ayfer ile uzun uzun sohbet ediyoruz. Hem şehirli olduğumuz için konuşacak çok ortak konumuz var. Nihayet 2200 metredeki alandayız. Saatlerdir yoldayız. Bunun nedeni ise önde giden gurup yolu biraz uzatmış ve biz de doğal olarak onları izlediğimiz için 2 saatte gideceğimiz yolu 4 saatte aldık. Yorgunluk had safhada. Katırlar çantalarımızı kamp alanına götürmüş ve minibüslerde gelmiş. Doğubayazıt’a gitmek üzere iki minibüse bindik. Yolda yağmur yağmaya başladı. Stabilize yolda sürücü birazda hava olsun diye taşlara vura vura ilerliyor. Nihayet otelimizdeyiz 2 gece önce terk ettiğimiz odalarımızdayız. Arkadaşlar kendi aralarında gidecekleri lokantaları belirlemeye çalışıyorlar. Biz altı arkadaş, Ehli kebap isimli küçük ve temiz bir lokantaya gittik. Masalar kaldırımlarda, burada böyle, Trafiğe kapalı bir alan, akşam iftar yemeğinde herkes sokakta yiyiyor, çok hoş bir görüntü. Biz de sokaktaki masalara oturduk, mahalli yemekleri varsa onlardan yemeye çalışıyoruz. Yeme içme faslı bitip otelimize döndüğümüzde saat 23 olmuştu.
13.08.2011 günü saat 07.00 de kahvaltıda buluştuk, bu günkü programımız, Muradiye şelaleleri gezisi, Van 100.yıl kedi evi gezisi ve Akdamar adası gezisi olacak. Kahvaltı bitti, Doğubayazıt ile vedalaşma zamanı artık. Aracımıza eşyalarımızı yerleştirdik, biraz hüzün biraz da sevinçle birlikte şehri terk ediyoruz. Yollar geniş ve düzgün, giderek dikleşen bir yolumuz ve geride bıraktığımız Ağrı dağı bütün azametiyle karşıda duruyor. Dün oradan etrafı seyretmemize izin vermemişti, kar ve fırtınadan gözümüzü açamamıştık. Karayolu İran sınırını takip ediyor. Uzaktan karakollar görüyoruz. Tendürek geçidindeyiz buranın yüksekliği 2644 metre. Her harafta sanki dün akşam toprak yüzeyine çıkmış, asfaltımsı volkanik kayalar. Hemen yanı başında Tendürek Dağı. Aracımızı durdurup fotoğraf çekiyoruz.Tendürek dağına çıkış yasak. Uzaktan fotoğraflarımı çekip yolumuza devam ediyoruz. Etrafımızda bereketli ovalar içerisinden gürül gürül berrak sular akıyor. Bazı küçük faaliyetler dışında tamamen bakir topraklar. Bu bereketli topraklarda, neler yapılmaz ki. Nihayet Muradiye şelalelerindeyiz. Muradiye Şelalesi, Tendürek Dağı'ndan kaynağını alan Bend-i Mahi çayı üzerinde, Van'ın görülmeye değer yerlerinden biridir. İsmini Bağdat seferi sırasında buraya uğrayan 4. Murat'tan almıştır. Muradiye Şelalesi, Muradiye ilçesine 8 km, Van'a ise 80 km uzaklığındadır. Şelale, yaklaşık 50 metre gibi düşük bir yükseklikten dökülse de, oldukça kuvvetli akar. Bu sebeple görüntüsü çok görkemlidir. Özellikle yaz aylarında giderseniz, şelalenin altına iner inmez müthiş bir serinlik sizi karşılayacaktır.Benim aklıma değerli arkadaşım ünlü dağcı Tunç FINDIK geliyor. Kendisi 2 sene önce buradan yaklaşık 4 km ileride kışın donan ve 70 metre uzunluğundaki buzlara tırmanmıştı. Bu vesileyle kendisini telefonlara arayıp, bu civarda gezide olduğumu bildirdim. Şelalenin tam karşısında yemek ve çay ihtiyacınızı karşılayacak bir yer yapılmış, burada bütün arkadaşlarımız dinlenip yorgunluk gideriyorlar.
Van 100.yıl kedi evine gitmek üzere yine yoldayız. Seyahat halinde şoför, Kürtçe ezgiler ve dinletiyor. Murat hoca ve Hakan hoca seyahat halindeki araçta halaya durdular. Çok hoş bir görüntü. Van 100.yıl üniversitesindeyiz. Kedi evinde tadilat var .Van kedisi çok özel olduğu için koruma altına alınmış ve çok özel bir çalışma ile cinsinin çoğaltılmasına çalışılıyor. Dışarıda tel örgü ile çevrilmiş iki alanda bulunan kedilerin fotoğraflarını çekmeye çalışıyoruz. Bu kediler sıcağı sevmediği için kiminde yaralar oluşmuş.
Akşam kalacağımız İskele Öğretmenevindeyiz.15 dakika içinde eşyalarımız yerleştirdik yemek ve gezi için Akdamar adasına hareket ediyoruz.Üzerinde badem ağaçları bulunan Akdamar adası, eşsiz bir güzelliğe sahip. 20 dakikalık bir motor yolculuğuyla Van Gölünü geçip adaya yaklaştıkça sivri külahlı kilise kalıntısı dikkat çekiyor. Kilisenin rengi günün hangi saatinde gittiğinize bağlı olarak değişiyor. Kimi zaman sarıya, kimi zaman kırmızıya, kimi zaman da griye çalıyor. Akdamar Adası Kilisesi 915-921 yılları arasında Vaspurakan Kralı I. Gagik tarafından yaptırılmış. Mimarı ise Keşiş Manuel. Murat hoca bize buranın tarihi hakkında bilgi veriyor. Kilise duvarlarında insanı büyüleyici tasvirler var. Dini ve dünyevi sahnelerden başka, hayvan figürleri yönünden de bir çeşitlilik göze çapmaktadır. Aralarda serbest biçimde, asma sarmaşıkları içerisinde ve çatıların alt kesimlerinde bu zengin hayvan figürlerini görmek mümkündür. Hatta bunlardan bir tanesi var ki, bu günkü Van Gölü canavarını hatırlatır biçimde bir kabartma. Bu kabartmada sandal içerisinde insanlar ve alttan o sandala sarılmış canavar biçiminde bir hayvan. Kilisenin içini ve dışını uzun uzun inceleyip, hayranlığımızı ifade ediyoruz. Bazı arkadaşlarımız hazırlıklı geldiklerinden adanın arka tarafında bulunan plajda göle giriyorlar, çok güzel bir zaman geçiriyoruz. Her güzel şeyin sonu geldiği gibi bizim de gezinin sonu geliyor. Saat 18.00 de bir motorla adadan ayrılıyoruz. Artık akşam olmuş, batan güneşin son ışıkları Van gölünü kızıla çevirmiş. Uzakta ki tepede dolunay görünüyor, tarifsiz bir manzara. Kıyıya yanaşıyoruz, aracımız bizi bekliyor. Bundan sonra bir halıcıya gideceğiz.
Halı üretim merkezi devasa denilen cinsten bir atölye. Avrupa Birliği kredisi ile kurulmuş, buraya hayat katmış bir fabrika. Fabrika derken üretilen halılar tamamen el emeği ile. Görevliler bizi kapıda karşılıyor. Bir şahıs buranın geçmişi ile ilgili bilgi veriyor. Konusuna o kadar hakim ki, ilk anda insan çok etkileniyor. Düzgün bir Türkçe ile fabrikayı ve üretimi anlatıyor. Sonra bizi devasa teşhir salonuna alıyor. Her yar halı. Neredeyse tavanlarda halı kaplı. Çalışanlar şova başlıyor. Anlatıcının konuşmaları doğrultusunda çalışanlar ortaya halılar seriyorlar. Hareketler o kadar seri ki ve o halılardaki desen ve renklerle insan kendinden geçiyor. Bu arada bizlere çay ikram ediyorlar. Uzun uzun anlatımlardan sonra orayı terk ediyoruz, ancak bir sporcu 4,5 bin Lira vererek o halıları alamıyor. Buradan gümüş takı ve ürünlerin üretildiği bir mağazaya gidiyoruz. Burada da ikramlar ve konu hakkında detaylı anlatım yapan kişi bizleri adeta büyülüyor. Gümüş takıların Artuklulardan gelen bir sanat anlayışıyla üretildiği vs. Arkadaşlarımız hediye olarak bazı takıları alıyorlar.
Tüm faaliyetin son akşam yemeğini Hisar ev Yemekleri lokantasında yiyeceğiz. Hep birlikte buradayız. Buranın çalışanları tamamen akraba, erkek bayan hep bir arada üretim yapıyorlar. Lezzetli yemekler yapmışlar. Dövme, pezik,kabak,kişniş,nane, yoğurt, un ve yumurtadan oluşmuş yemeğin adı Ayran aşı.Pezik, soğan, kavurma eti, yumurta, erik pestili, kişniş, nane ve maydanozdan oluşanyemeğin adı Ekşili yemeği.Bulgur, patates, reyhan, soğan, nane, yoğurt ve salçadan oluşan yemeğin adı olan Kürt köftesi yiyiyoruz. Bu yemekler tamamen yöresel ve çok lezzetli. Bu akşamın güzel bir ayrıntısı da Şengül arkadaşımızın 48.yaş günü münasebetiyle, arkadaşlar pasta almış ve küçük kutlama yaptık. Saat 23 olmuş artık dinlenmek üzere İskele öğretmenevindeyiz. Gece odamı Nurihan arkadaşım ve İzmir bölgesinden Doktor Atilla ile paylaşıyorum. Atilla filozof gibi bir adam. O kadar derin ve güzel konulardan bahsediyor ki onu can kulağıyla dinliyorum. İyi bir uykudan sonra saat 07.00 de uyanıyoruz. Bugün saat 09.00 da Hisar Ev Yemekleri lokantasında Van kahvaltısı yapacağız. Bu saate kadar odamızda sohbet ediyoruz. Kahvaltı için lokantadayız. Ancak ilk anda göze farklı gelen bir kahvaltı yok. Türkiye’nin her yerinde yenilen zeytin, peynir, reçel vs. Kahvaltı açık büfe ama masalara yeterli miktarda yiyecek yok. Hangisini istiyorsak bitti diyorlar. Yetkili masamıza geliyor, memnun muyuz diye. Ancak başta Doktor Atilla olmak üzere hepimiz memnun olmadığımızı ve bu kahvaltının çakma Van kahvaltısı olduğunu belirtiyoruz. Sonuç olarak, bu son noktada ağzımızın tadı kaçıyor. Kahvaltıdan sonra 21 kişilik arkadaş grubumuz bizi saat 10.30 da havaalanına bırakıyor. İstanbul’a ben, Nurihan, Osman ve Avusturyalı çift uçacağız. Yolculuğumuz bir saat 50 dakika sürüyor. Bagajlarımızı aldıktan sonra Avusturyalı çift için Atatürk havaalanına gitmeleri yönünde taksiyle pazarlık yapıp onları uğurluyoruz. Osman’ı İstanbul’da bıraktıktan sonra , Nurihan’la birlikte Bursa’ya yol alıyoruz. 9 günlük faaliyetimiz bitiyor, artık evimdeyim, yine iş ve koşuşturmalı hayata devam. Ağustos 2011 Haydar BOZADA